Yaşam nedir? Yaşamın ne olduğu tartışmalı bir konudur. Kendi kişiliğimizden diğer canlılara ve evrenin ardına dek zincirleme bir sorumluluk ve anlam verme etkinliği vardır. Yani dışarının ve kendimizin verdiği kadar anlamlıyız. Birey olduğumuz kadar diğerleri olduğumuzu da unutmamak gerekir. Hayata getirilme kararımız başkalarınca verilmekte, başkalarınca eğitilmekteyiz ve çoğu zaman da dış etkenlere göre ölmekteyiz. Yaşama isteğini anlatırken bunun asla “sadece kişiye bağlı” olmadığını söylemek gerekir. Yaşam sonsuz zaman ve mekan içerisinde bir ortaklıktır. Kişilik bunun ufak ama etkili bir kısmı olabilir. Yaşama isteğini, içgüdüsünü anlatırken en başta dışarıdaki “biz”i betimlemek gerekir.
İnsanın birçok doku ve organdan oluşması gibi, insanlık da birçok fikir ve hareketten meydana gelir. Tüm canlılar da insanlığın içinde bulunduğu bir enerji tasarrufudur. Canlılar evrendeki çok ufak bir noktada bulunur. Evren görünen varlık alemine verdiğimiz isimdir. Evren de büyük olasılıkla bir şeyin parçası ya da ortağı olabilir. Var olmak iletişim ve bağlılıkla ilişkilidir.
Yaşama isteği, hayatta kalma çabasını anlatırken, bunun kişiyle sınırlı ve sadece ona bağlı olmadığını söylemek gerekir. İnsan sınırsız etki ve tepki ile sürekli şekillenen bir bilinmezdir. Kişilik ise diğer canlılardan daha da abarttığımız garip bir algıdır. Yaşam çabamızı birey dediğimiz insani algıyla sınırlarsak yanılırız. Çevresel etkenlerin çok ve etkili olması durumuna işaret ettik. Bu, felsefeyi derinleştirmek için önemlidir. İnsan, sandığının aksine, çevreye sıkıca bağlıdır.
Yaşamak istiyoruz. En azından yaşayanlar için bu böyledir. Bazen yaşamak istenmese de yaşam mecburiyeti varmış gibi hissedilir. İçgüdü, doğa, tanrı diye tanımlandırılan hislerimiz vardır. Daha önce dediğimiz gibi, her şey yaşamı sürdürmemizi telkin eder. Çünkü her şeyin birbirine ihtiyacı vardır. Herkes, her şey, bir arada yaşayabilir. Kendimiz ölüm kararımızı versek dahi dışarıyla olan ortaklığımız buna izin vermeyebilir. Ya biz kendimiz dışındakiler için hayatta kalmaya karar veririz, ya da dışarısı ölmemize izin vermez. Yine de kişi kendini öldürebilir. Bunun da sadece kişiden kaynaklandığını söyleyemeyiz. Yine çevre etkili olabilir.
İnsanın ya da öncesinin varlık aleminin hayat mücadelesi zamanın başlangıcından beri süregelmiştir. Ancak felsefe ile gündeme gelen bir sorgulamayla neden yaşadığımızı sorabiliriz. Bu, binlerce yıllık insan tarihinde nispeten yeni bir olaydır. Yaşama isteğini sorgulamakla birlikte intihar oranları da artmaktadır. İnsanlar hayatlarından daha çok vazgeçmektedir. Her ne kadar insanlar daha çok intihar etse de tarihte hiç olmadığı kadar da çoğalmaktadır. Dünya aşırı çoğalma sonucu yok olma tehlikesine girmiştir. Yaşama isteğinin aşırısı da bir şekilde ters tepebilmektedir.
Yaşama isteği hakkında Sigmund Freud’un “haz prensibi,” acıdan kaçma ve hazza yönelme arzusunu anlatır. Maslow ve ihtiyaçlar hiyerarşisi insanın yaşama istencini kategorize etmeye çalışır. Viktor Frankl toplama kamplarında yaşarken insanın anlamlandırma çabasını düşünmüş, daha sonra buna “logoterapi adını vermiştir. Anlamlandırma isteğini Kierkegaard da anlatır. Yaşama isteği konusunda önemli fikirler 19. yüzyılda Arthur Schopenhauer tarafından yazılmıştır. Ona göre dünyadaki her şey isteğin ifade edilmesidir. Sadece isteğe göre şekillenmiştir.Schopenhauer’e göre hayatı şekillendiren istek ve düşüncelerdir. İsteğin olduğu yerde hayat vardır. Yaşama isteği olanlar ölümden korkmamalıdır. Yaşam istekleri onları yönlendirir.
Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için, kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir.Bir insan, acı çekmenin kaderi olduğunu gördüğü zaman, acısını kendi görevi olarak kabul etmek zorunda kalacaktır. Bu onun tek ve eşsiz görevidir. Acı çekerken bile evrende eşsiz ve yalnız olduğu gerçeğini kabullenmek zorunda kalacaktır. Biz tutuklular için bu düşünceler gerçeklikten uzak spekülasyonlar değildi. Bunlar, bize yararı olabilecek tek düşüncelerdi. Bunlar, hayatta kalma şansımız asla yokmuş gibi göründüğü zamanlarda bile bizi umutsuzluktan korumuştur Viktor E. Frankl- İnsanın Anlam Arayışı
0 Yorumlar